Gagrule.net

Gagrule.net News, Views, Interviews worldwide

  • Home
  • About
  • Contact
  • GagruleLive
  • Armenia profile

‘Kürt hareketi 1915 konusunda resmî tarihin şablonculuğundan sıyrılamadı’

January 31, 2015 By administrator

‘Kurdish movement could not be stripped from the official date for şablonculug 1915

BY Emre Can Dağlıoğlu,

DSC_2528Ermeni Soykırımı konu edildiğinde, önemli bir tartışma konusu da, Kürtlerin soykırımdaki rolü. Adnan Çelik ile Namık Kemal Dinç’in Diyarbakır ve çevresindeki Kürtlerin 1915 Ermeni Soykırımı’na dair hafızalarına yönelik sözlü tarih çalışmasının ürünü olan ve İsmail Beşikçi Vakfı Yayınları tarafından basılan ‘Yüz Yıllık Ah! Toplumsal Hafızanın İzinde 1915 Diyarbekir’ kitabı, bu konuda önemli bir kaynak olacak. Hâlihazırda Ermeni Soykırımı’na dair Kürt siyasetçileriyle röportajlarından oluşan ‘Yüz Yüze’ belgeseli üzerine çalışan tarihçi Namık Kemal Dinç’le, yeni çıkan kitapları ve Tarih Vakfı’nda yaptığı ‘Toplumsal Hafızanın İzinde 1915 Diyarbekir ve Kürtler’ sunumu üzerine konuştuk. report Agos

Diyarbakır çevresindeki Kürtlerin 1915’e dair hafızalarına yönelik sözlü tarih çalışması yaptınız. Kürtler nasıl hatırlıyorlar 1915’i?

Öncelikle böyle bir olayı tarihsel bağlamı içerisinde ele almadan sadece sınırlı bir coğrafya ve bir toplumsal grup üzerinden değerlendirmenin sıkıntılarına dikkat çekmek isterim. Nihayetinde 1915 Soykırımı, çok daha büyük bir coğrafyada ve merkezi bir irade üzerinden hayata geçirildi. Kürtlerin anlatılarında da bazen açıktan bazen örtülü bir şekilde bu merkezi iradeye işaret ediliyor. Mesela, 1915’i tanımlarken Kürtlerde en yaygın tanım, ‘ferman’ veya ‘ferman-ı filehan’dır. Ferman, padişahın emri ve devletin iradesi anlamına geliyor. Kürdistan’ın her yerinde kullanılıyor. İkincisi, bu fermanın askerlerin öncülüğünde tellallarla duyurulduğu, kaymakamlara hızlıca iletildiği ve çok yaygınca dağıldığını görüyoruz. Devletin “Herkes bu olaya iştirak edecek” baskısı yaptığını görüyoruz. Aslında bu şekilde katliamlara dair devlet kararına vurgu yapılıyor. Yani Kürtlerden “kendi Ermenilerini” öldürmelerini istediğini, öldürmezlerse Ermenilerin başına gelen akıbetin onları beklediği tehdidini yaptıkları anlatılıyor. Bu çerçevede, öldürmeleri meşrulaştırmak için İslamiyet’in sıklıkla kullanıldığı ve Ermeni öldürenin cennete gideceğine dair yaygın bir anlatı da var. Yani bir yandan zor ve tehdit kullanılırken, diğer yandan rızanın imal edilmesi için din devreye sokuluyor.

Kürtler 1915’te kendi rollerini nasıl açıklıyorlar?

Soykırımın yaşanmasında ana aktör ve fail olarak hep devletin rolüne vurgu yapıldı. 1915’i tanımlarken de, olayların gelişimindeki hikâyeleri anlatırken de, bu vurguyu görüyoruz. Devletin bu rolünü görmeden, direkt Kürtlerin rolünü konuşmaya başlarsak, bir şeyleri es geçmiş oluruz diye düşünüyorum.

Siz nasıl görüyorsunuz bu durumu?

Genel anlamda, bu olayın devletin kararıyla ve tek tip bir toplum ve mekân yaratmak için yapıldığını biliyoruz. Kürtlerin yaşadığı topraklarda, 19. yüzyılda devlet merkezileşme politikalarıyla ciddi bir hâkimiyet kuruyor. 1848’de beylik sistemi tasfiye ediliyor, sonrasında Hamidiye Alayları kuruluyor. Diğer alanlarda da, devlet tüm kurumlarıyla o bölgede yeniden tesis ediliyor. Merkezileşmeye karşı isyanlar çıksa da, 1915’e gelirken, devletin bu bölgede tam anlamıyla hâkim olduğunu görmek gerekiyor. Dolayısıyla devlet, bu bölgede hâkimiyet kuramamış, aşiretler başına buyruk hareket ediyor algısı tarihsel olarak yanlış. Bütün bölgelerde, insanların yanındaki Ermeni’yi bir anda öldürmeye başlaması için başka bir irade gerekli zaten.

namik kemla dinc kapakErmeni Soykırımı konu edildiğinde, önemli bir tartışma konusu da, Kürtlerin soykırımdaki rolü. Adnan Çelik ile Namık Kemal Dinç’in Diyarbakır ve çevresindeki Kürtlerin 1915 Ermeni Soykırımı’na dair hafızalarına yönelik sözlü tarih çalışmasının ürünü olan ve İsmail Beşikçi Vakfı Yayınları tarafından basılan ‘Yüz Yıllık Ah! Toplumsal Hafızanın İzinde 1915 Diyarbekir’ kitabı, bu konuda önemli bir kaynak olacak. Hâlihazırda Ermeni Soykırımı’na dair Kürt siyasetçileriyle röportajlarından oluşan ‘Yüz Yüze’ belgeseli üzerine çalışan tarihçi Namık Kemal Dinç’le, yeni çıkan kitapları ve Tarih Vakfı’nda yaptığı ‘Toplumsal Hafızanın İzinde 1915 Diyarbekir ve Kürtler’ sunumu üzerine konuştuk.

Diyarbakır çevresindeki Kürtlerin 1915’e dair hafızalarına yönelik sözlü tarih çalışması yaptınız. Kürtler nasıl hatırlıyorlar 1915’i?

Öncelikle böyle bir olayı tarihsel bağlamı içerisinde ele almadan sadece sınırlı bir coğrafya ve bir toplumsal grup üzerinden değerlendirmenin sıkıntılarına dikkat çekmek isterim. Nihayetinde 1915 Soykırımı, çok daha büyük bir coğrafyada ve merkezi bir irade üzerinden hayata geçirildi. Kürtlerin anlatılarında da bazen açıktan bazen örtülü bir şekilde bu merkezi iradeye işaret ediliyor. Mesela, 1915’i tanımlarken Kürtlerde en yaygın tanım, ‘ferman’ veya ‘ferman-ı filehan’dır. Ferman, padişahın emri ve devletin iradesi anlamına geliyor. Kürdistan’ın her yerinde kullanılıyor. İkincisi, bu fermanın askerlerin öncülüğünde tellallarla duyurulduğu, kaymakamlara hızlıca iletildiği ve çok yaygınca dağıldığını görüyoruz. Devletin “Herkes bu olaya iştirak edecek” baskısı yaptığını görüyoruz. Aslında bu şekilde katliamlara dair devlet kararına vurgu yapılıyor. Yani Kürtlerden “kendi Ermenilerini” öldürmelerini istediğini, öldürmezlerse Ermenilerin başına gelen akıbetin onları beklediği tehdidini yaptıkları anlatılıyor. Bu çerçevede, öldürmeleri meşrulaştırmak için İslamiyet’in sıklıkla kullanıldığı ve Ermeni öldürenin cennete gideceğine dair yaygın bir anlatı da var. Yani bir yandan zor ve tehdit kullanılırken, diğer yandan rızanın imal edilmesi için din devreye sokuluyor.

Kürtler 1915’te kendi rollerini nasıl açıklıyorlar?

Soykırımın yaşanmasında ana aktör ve fail olarak hep devletin rolüne vurgu yapıldı. 1915’i tanımlarken de, olayların gelişimindeki hikâyeleri anlatırken de, bu vurguyu görüyoruz. Devletin bu rolünü görmeden, direkt Kürtlerin rolünü konuşmaya başlarsak, bir şeyleri es geçmiş oluruz diye düşünüyorum.

Siz nasıl görüyorsunuz bu durumu?

Genel anlamda, bu olayın devletin kararıyla ve tek tip bir toplum ve mekân yaratmak için yapıldığını biliyoruz. Kürtlerin yaşadığı topraklarda, 19. yüzyılda devlet merkezileşme politikalarıyla ciddi bir hâkimiyet kuruyor. 1848’de beylik sistemi tasfiye ediliyor, sonrasında Hamidiye Alayları kuruluyor. Diğer alanlarda da, devlet tüm kurumlarıyla o bölgede yeniden tesis ediliyor. Merkezileşmeye karşı isyanlar çıksa da, 1915’e gelirken, devletin bu bölgede tam anlamıyla hâkim olduğunu görmek gerekiyor. Dolayısıyla devlet, bu bölgede hâkimiyet kuramamış, aşiretler başına buyruk hareket ediyor algısı tarihsel olarak yanlış. Bütün bölgelerde, insanların yanındaki Ermeni’yi bir anda öldürmeye başlaması için başka bir irade gerekli zaten.

Dolayısıyla ‘Kürtlerin rolü’ kavramı yanlış mı? 

Evet, bu konuya dair bazı yanlışlar var. Etnisite olarak Kürtlükten bahsedebiliriz elbette ama kimlik olarak insanlar kendilerini Kürtlük üzerinden değil, daha çok din üzerinden ifade ediyorlar.

Bölgedeki diğer grupların katılımı da Müslümanlık üzerinde mi tanımlanıyor?

Karşımızda çok heterojen bir bölge var. Diyarbakır’daki yönetici tabaka da bu anlamda büyük çeşitlilik arz ediyor. Örneğin Diyarbakır’ın köklü ailelerinden İskenderpaşazadeler Çerkes’dir, Türkmen kökenli birçok yönetici aile var. Dolayısıyla katliamlara mobilizasyonun İslam üzerinden yapıldığını ve kitlenin katliamlara katılımının Müslümanlıkla sağlandığını söylememiz gerekir. Tüm bunlara rağmen, etnik olarak Kürtler, bu katliamlara ciddi anlamda müdahil oldular.

Dönemin okuması için yerel aktörlere mi bakmak gerekir?

Grup bilincinin o dönemde gelişmemiş olmasından ötürü, Kürtlerin dahlini yerel aktörler üzerinden okumak gerekir. Dönemin önde gelen ailelerinin çoğunun devlet politikasına eklemlenerek, katliamlara ortak olduğunu söyleyebiliriz. Bu aktörler de kendi içerisinde katılımda ve katılıma sevk eden sebeplerde farklılıklar arz ediyor. Bir yanda, kendi köyündeki Ermenileri öldürürken, kaçırabildiği kadar Ermeni’yi saklayan ve koruyan ağalar var, diğer yandan, Ermenilerin mülküne konmak için onları öldürenler de. Dolayısıyla fail durumunu da birbirinden ayırt etmek gerekir. Anlatılarda, fail olarak en çok öne çıkanlar, ağalar, beyler ve şeyhler oluyor. Elbette ki, bütün ağalar, beyler ve şeyhler değil. Özellikle Ermenileri kurtaran şeyhler çok anlatılıyor. Mardin’de Şeyh Fethullah, Diyarbakır’da Şeyh Said ve daha başka kişilerin karşı fetvalar yayınladığı söyleniyor. Diyarbakır şehir eşrafınınsa bu katliamlarda bizzat organizatör rolünü oynadığı söyleniyor. Pirinççizadeler, Yasinzade Şevki Ekinci ve Şeref Uluğ gibi… Anlatılarda ön plana daha çok Diyarbekir’in yönetici elitleri çıksa da, sıradan insanların da katliamlara dâhil olduğuna, bazen dini fanatizm bazen de mal-mülk edinmek kaygısıyla öldürmelere iştirak ettiğine dair yaygın anlatılar var.

Türkiye’de 1915’i en çok Kürtler hatırlıyor diyebilir miyiz?

Her şeye rağmen, Diyarbakır’ın yüzde 30’unu oluşturan bir kimliğin tamamıyla yok edilmesinden bahsediyoruz. Ayrıca diğer bölgelerden Diyarbekir üzerinden taşınan tehcir kafileleri de var. Dolayısıyla çok büyük bir katliamdan bahsediyoruz. Öldürülen insanlarla yıllarca bir arada yaşamış insanlarda, bu yok ediliş, çok büyük bir yaraya yol açıyor. Aradan dört nesil geçmesine rağmen, olaylar çok canlı bir şekilde hatırlanıyor ve anlatılıyor. Fatma Müge Göçek, Agos’la yaptığı röportajda Türkler ve Ermenilerin 1915’i nasıl hatırladığını anlatırken diyor ki, “Türklerde bu olaya dair bir hafıza yokken, Ermeniler bunu daha dün olmuş gibi anlatıyorlar.” Saha çalışmalarımıza dayanarak söylüyorum ben de, Ermeniler 1915’i nasıl dün olmuş gibi hatırlıyorsa, Kürtler de aynı şekilde hatırlıyorlar. Dinlediğimiz birçok hikâyede Kürtler 1915’i sanki dün yaşanmış gibi ayrıntılarıyla anlattılar. Biri, öldürüldüğü için unutamıyor, diğeri bu öldürmelere dâhil olduğu veya tanıklık ettiği için. Görüştüğümüz birçok insan, atalarının “Bunları unutmayacağım” diye sürekli anlattığını söylüyor. Bir şekilde travma yaşıyorlar.

Bu hafıza neden bu kadar canlı?

Kürtlerde bu hafızanın kesintiye uğramadan yüz yıldır devam etmesinin birçok farklı sebebi var. Bence bu süreklilikte üç temel hususun altını çizmek gerekir. Birincisi, hafızanın mekânla kurduğu ilişki. Olayların mekâna işlemiş olması, hafızanın devam etmesinde rol oynuyor. Mekânın birçok yerinde Ermenilerin yoğun olarak yaşaması, bunun sebeplerinden biri. Köy, yayla ve hatta ev isimleri, Ermenilerle anılıyordu zaten. Yerleşim isimlerinin iadesini istiyoruz dedikleri yerlerin birçoğunun adı, Ermenice aslında. Aynı zamanda, Ermenilerin kafileler halinde belirli yerlerde öldürülmeleri, oraların öldürme mekanı olarak hafızaya işlenmesine yol açmış. Kitap kapağında Çüngüş’teki düdenin fotoğrafı var. O düdenin hikâyesini o bölgedeki herkes biliyor. Biz, görüşme yapmak için minibüsle oraya giderken, şoför, “1915’te Ermenileri öldürüp buraya attılar” diyebiliyor. Kayseri’deki Kürt yerleşimi olan Sarız üzerine yaptığımız görüşmede, Sarız’da Ermenilerin öldürülüp Cancan diye bir kuyuya atıldığı söylendi. Tıpkı düden, Çermik’teki Lana Gavuran veya Lice’deki Kuna Romî  gibi bir öldürme mekânı orası da… Oralarda ne yapıldığı hatırlanıyor. İkincisi ise hikâyelerdeki yoğun şiddet. Bu şiddet anlatıları özellikle kadınlar ve çocukların öldürülmesine odaklanıyor. Öyle büyük bir şiddet yaşanmış ki, insanlar gördüklerini unutamamışlar. Örneğin, yeni doğmuş bir bebeğin öldürülmesi üzerine en az beş farklı şiddet hikâyesi dinledik ve bu hikâyeler, burada anlatamayacağım kadar yoğun şiddet içeriyor. Aynı zamanda, inanç itibarıyla, kendisini savunamayacak durumda olanların öldürülmesi de acıma ve utancı artırıyor. Üçüncü sebep de Ermenilerle uzun ortak geçmiş. Aynı coğrafya ve kültürü birlikte yaratmış iki halktan bahsediyoruz. Bu sebeple, “Ermeniler gittikten sonra buralar çoraklaştı” anlatısı çok yaygın. Ahmet Türk, Derik’i anlatırken bu cümleyi kullandı veya Çüngüş’ün terk edilmişliği buna bağlanıyor. Böyle bir ortak tarihin kesintiye uğramasının hafızada gerçekten yeri var. Ayrıca ekonomik olarak büyük darbe yenmiş. Yüz yıldır belini iktisadi anlamda doğrultamamış olmak da bunda pay sahibi. Son olarak şunu da ekleyeyim, bugün Kürtler, 1915’i utanç ve vicdan azabıyla hatırlarken, bunu kendi mücadeleleriyle ilişkilendiriyorlar. Bireysel hafızanın kolektif hafızaya dönüşmesi, son 30 yıldaki Kürt mücadelesiyle, Kürtlerin mağduriyetlerini Ermenilerin yüz yıl önce yaşadıklarına benzetmesiyle ortaya çıktı. 1960’lara kadar Ermenileri nasıl öldürdüğünü övgüyle anlatan insanların olduğunu dinledik, ancak bugün böyle bir örnek yok. Bu dönüşüm, bahsettiğim siyasi konjonktürün bir parçası.

Bu hafıza, Kürt siyasi hareketinin bu konuyla yüzleşmesine nasıl yansıyor?

Kürtlerin yıllardır bildiği bu acı, 90’larda itibaren dışa vurulmaya başladı. Siyasi hareketin bunun daha gerisinde olduğu muhakkak. Kürt hareketi, genel olarak enternasyonalizmi ön plana çıkarsa da, bu meseleye özel bir tavır geliştirmemişti. Kendi ajandasında diğer sorunların gerisinde bıraktı diyebiliriz. Bugün ise Türkiye’de bu mesele daha fazla gündeme geldikçe, yani oluşan toplumsal hafıza dile gelmeye başladıkça ve bu konudaki birikim arttıkça, siyasi hareket de bundan açıkça etkileniyor. Toplumsal hafızanın siyaseti iteklediğini söyleyebilirim. Burada siyasi hareketlerle toplumsal hafızanın ilişkisine genel olarak bakılmalı. Türkiye’de siyaset, çoğunlukla toplumu yönlendiren ve topluma baskı yapan güç olarak yer alıyor. Kürt siyaseti açısından ise bunun tersinden de işlediği söylenebilir. Kürt siyasi hareketinin toplum üzerindeki baskı gücü kadar, Kürt toplumunun da siyasi harekete baskı gücü var. Son dönemde, PKK’nin üst düzey yöneticilerinden Mustafa Karasu’nun ‘Ermeni lobisi’ üzerine yaptığı açıklamalarda da ortaya çıkıyor bu. Toplumsal hafızanın etkisiyle Sivas’ta Ermenilerle kurduğu ilişkiyi hatırlayarak açıklama yapıyor. Ancak yine de handikap şurada açığa çıkıyor. Kürt siyasi hareketini yönlendirenler, taban kadar meseleyi bilmiyor. Dolayısıyla onlar da tabandan yeni yeni öğreniyorlar.

Kürt toplumu, o lider kadrodan daha iyi durumda mı?

Toplum, bu işin farklı bir yönünü biliyor, daha insana dair hikâyelerle konuşuyor. Dolayısıyla siyasi motivasyon üzerinden bakmadığından, siyaseten bunun maliyetini de düşünmüyor ve insani duygularla bunu mahkûm ediyor. Kürt hareketinin tereddütlü, çekingen hareket etmesinde siyasi motivasyonun etkileri bariz görülebiliyor. Kitabı birlikte yazdığımız Adnan Çelik’in sözleriyle söylersem “Hakikat ancak söylediğin şeyin maliyetini hesap etmeden dile geldiğinde hakikat olabiliyor.”  Ayrıca Kürt hareketinin 1915 Soykırımı konusunda resmî tarihin şablonculuğundan sıyrılamadığını belirtmek gerekir. Türkiye’de siyaset yapan sol cenah, Kürt hareketi de buna dâhil, resmî tarih okumasının etkisinde kalmış, Ermeni meselesinde ise bu çok daha bariz ortaya çıkıyor. Bu tarih okumasında, 1915 Soykırımı yer almaz. Dolayısıyla, tarih okuması yapılırken, buna yer açma ve bu meseleye hak ettiği önemi verme zorunluluğu var. Kürt siyasi hareketi, bunu yeni yeni yapmaya çalışıyor. Bu yüzden, bundan sonra değişecektir diye düşünüyorum. Ancak mevcut durumuyla tarihten sınıfta kalma hali sürüyor.

Siyasi açıdan, soykırımın faturası Kürtlere çıkarılacak diye mi düşünüyorlar?

Bu konuda yaptığımız görüşmelerde, bazı Kürtlerin 1915’e dair fatura bize kalacak kaygısı taşıdığını gördük. Bu, bir taraftan yersiz, bir taraftan da haklı bir korku. Devlet dilinde bu vurgu, Talat Paşa’dan beri gözlenen bir şey. Talat Paşa, Almanya’ya kaçtıktan sonra yaptığı bir konuşmada, Ermenileri Kürtlerin öldürdüğünü söylüyor. Zira devlet, bu konuda sıkıştıkça suçu başkalarının üzerine atmayı düşünüyor ve düşünecektir. Meclis’te bu bağlamda bir açıklamayı Yusuf Halaçoğlu bile yapmıştı. Devlet aklının inkârcılığı, suçu Kürtlerin üzerine atmaya yönelik de çalışıyor. Bu yüzden, Kürtlerin kaygısı haklı diyorum. Diğer taraftan yersiz bir kaygı, çünkü Kürtlerin kolektif hafızası, bu yapılanları mahkûm ediyor. Yüzleşme konusunda samimiyet gerçekten önemlidir. Kürtler, özellikle kadınlar, dinledikleri acı dolu hikâyeleri açıkça anlatmaktan çekinmiyorlar. Samimiyetle reddedilen ve utançla özür dilenen bir konudan kaçmanın gereği yok, zaten böyle bir yol da yok. Artık Kürt siyasetinin ana aktörlerinin de bundan kaçmadığını görüyoruz.

Yüzleşme konusunda kat edilen yol büyük diyebilir miyiz?

Öyle bir şey söyleyemeyiz. Günlük yaşamda, Ermenilere, Süryanilere ve Müslümanlaştırılmış Ermenilere yönelik ayrımcılık pratikleri maalesef devam ediyor. Bunu göz ardı edemeyiz. Özellikle Müslümanlaştırılmış Ermeniler, kimlik arayışlarında dışlandıklarına dair rahatsızlıklarını açıkça ifade ediyorlar. Örneğin, Ermeniler için halen fileh deniliyor. Fileh, kelime olarak toprağı işleyen anlamına gelen fellahtan geliyor. Lakin köken olarak her ne kadar emekçi anlamı olsa da, kullanımı günlük yaşamda çoğunlukla aşağılayıcı anlam içeriyor. Bugün artık bu kelimeyi kullanmak ayıptır. Yüzleşmeyi gündeme getiren Kürtlerin bu kelimeyi artık kullanmaması gerekir. Bu, çok ciddi bir sorun olarak, hem de daha geniş Kürt kitlesini ilgilendiren bir sorun olarak önümüzde duruyor. Öte taraftan, Kürt hareketinin bu yönde öncül rol oynamaya başlaması, özür dilenmesi veya bu meselenin gündeme taşımaya çalışması, güven ortamını oluşturuyor. Birçok görüşmede, “Burası Ermenilerin, Süryanilerin ve bizim ortak vatanımızdır” denmesi çok önemli.

El konulan topraklarla ilgili bakışta nelerle karşılaştınız?

Toprak meselesine dair yaptığımız çalışmada şunu görüyoruz. Toprakları Kürtler alsalar da, toprak paylaşımı devletin gözetiminde ve kontrolünde yapılmış. Ağalar ve beyleri kenara bırakarak, köylülerin çoğunlukla bu toprakları para karşılığında devletten satın aldığını görüyoruz. Dolayısıyla çoğunlukla değerinin çok altında olmasına rağmen, bu toprakların bedeli devlete ödenmiş. Elbette münferit örnekler de var. Örneğin, bir köyde 4-5 hane olan Ermeniler öldürüldüğünde, malına el koymuş olanlar var. Fakat daha büyük toprak parçası olduğunda, devlet el koyma işlemini bizzat yürütmüş. Devlet, Silvan ve Batman’da, Ermeni köylerini o yörenin ileri gelenlerine vermiş. Devletin verdiği izinle, bu toprakların icarı, halen belirli aileler tarafından toplanıyor. Ortada tapusu bile yokken, bu iktidar paylaşımı, soykırımdaki rollerine karşılık onlara verilmiş. Yani esas payın devlet tarafından alındığını ve sonra oradakilere dağıtıldığı söyleniyor.

‘Oyun oynar gibi Ermenileri katletmeye giderlermiş’

Kitapta, Ezo (Aziz) ile Newo’nun (Nevzat) hikâyesini Ergani ilçesinde görüşülen 48 yaşındaki Cüneyt anlatıyor (s. 100-1):

“İlkokuldayken öğretmenlerimiz bizi ona gönderirdi. ‘Kaç kişiyi öldürmüş? Onları nasıl öldürmüş?’ gibi soruları Ezo’ya sorardık. Öğretmenlerimiz bizden aldığımız cevapları kendilerine söylememizi isterlerdi. Ezo da cevap olarak, ‘Şu kadar yahut bu kadar Ermeni öldürdüm,’ derdi. Anladığım kadarıyla pek çok insanı keyfi istediği için öldürmüş. Mesela, bir çocuğun arkadaşlarına ‘Hadi gidip bir süre top oynayalım,’ demesi gibi Ezo ve arkadaşları da, ‘Gidip şu kadar Ermeni’yi öldürelim,’ diyerek, oyun oynar gibi adeta Ermenileri katletmeye giderlermiş. Müslüman Kürt gençleri, ‘kim ne kadar Ermeni öldürür’ yarışına girmişler. ‘Bakalım kim daha fazla Ermeni öldürecek,’ diyerek Ermenileri öldürmeye gitmişler. Tam da bu şekilde hareket etmişler. En azından bize böyle anlatırlardı. Evet, kim daha çok öldürürse! Sanki insan değil de hayvan öldürmeye gidiyorlar. Ezo, ‘Biz oraya kim ne kadar çok Ermeni öldürecek diye gidiyorduk,’ derdi. Güçlü kuvvetli, boylu poslu bir adamdı da. Ben bu soruları sorduğum sıra, Ezo 110-120 yaşlarındaydı. Onlarca Ermeni’yi canlı canlı dağlardan aşağılara attığını anlatırdı: ‘Askerler onları bizim önümüzden geçirirlerdi. Biz de aralarından birkaçını alıp öldürürdük. Askerler asla bize karışmazlardı. Askerler, ‘vurun, ne yaparsanız yapın,’ diyorlardı. Bir diğer amacımız da Ermenilerden altınlarını almaktı. Yani hem altın için gidiyorduk hem de öldürmek için,” diye anlatırdı Ezo yapıp ettiklerini.”

1915’te Diyarbakır’da görev alan ‘Ermeni avcıları’: Bejikler

Kitapta özel bir milis grubu olarak bejiklerden bahsediliyor. Bejikler kimlerdir?

1915’te Diyarbekir’de özel bir milis grubu oluşturulduğunu öğreniyoruz anlatılardan. Kürtler, bu gruba bejik diyorlar. Amcası, dedesi bejik olan insanlardan dinledik onlara dair hikâyeleri ve genellikle lanetle anılıyorlar. Bejik, Kürtçe ‘susuz, verimsiz, çorak tarla’ için kullanılan bir kelime. Neden bejik dediklerini tam bilmiyoruz, belki de aşağılamak için öyle diyorlar. Anlatanlar genellikle bugünkü köy korucularına benzetiyorlar onları. Diyarbekir’in bütün ilçelerinde anlatıyorlar bejikleri. Genelde, ‘cendirmeyê bejik’ veya ‘eskerên bejik’ olarak bahsediyorlar bunlardan. Gençlerin çoğu askerde oldukları için, genelde 45 yaşının üstünde güçlü, kuvvetli erkeklerden oluşan bejikler, hem soykırımda kafilelerin katledilmesinde rol alıyorlar, hem de soykırımdan kurtulmuş ve Müslümanların yanına yerleşmiş Ermenileri bulup öldürüyorlar. Görevleri, kendi mıntıkalarında bu işi icra etmek. Jandarma denmesi, bu grupların resmen jandarma olarak görevlendirilmiş olmaları ihtimalini artırıyor. Zira o dönemde, yereldeki güçleri jandarma olarak görevlendirme alışkanlığı var. Bejikler de hem jandarmalık yapıp büyük ihtimalle hem de öldürdükleri Ermeniler için para alıyorlar. Van’daki ‘Kasaplar Taburu’nu veya Mardin’deki ‘El-Hamsin Birlikleri’ni hatırlatıyor, ancak bejikler, seyyar birlikler değil, yerelde, kendi mıntıkalarında işlerini yapıyorlar. Şimdiye kadar hiçbir yazılı çalışmada rastlamadım bunlara dair bilgiye.

‘Eğer namussuz olmasaydın, o çocuğa bunu reva görmezdin’

Silvan’da 4-5 yaşlarındaki Kevo’nun öldürülmesine ilişkin hikâyeyi, kitapta Şeyh Mahmut Yeşil anlatıyor (s. 114-5):

“12 Mart’tan sonra Mela Evdilkerîm, Kürdistan’ın güneyine kaçmıştı. 1974’te af çıkınca tekrar yurda döndü. Dönünce her şeyi yerli yerine oturtamadan kızı öldü. Biz de başsağlığına gittik ona. Biz o ara taziye evinde otururken Hecî Çerkez Köyü’nden akrabaları geldi. Bunlar, Mele Xelîl ve Sofî ‘Ismanê Mûso idiler. Gelip oturdular ve sohbet etmeye başladılar. Konu Ermeni Terqî’ne geldi. Sofî ‘Isman anlatmaya başladı: ‘Bizler bütün Ermenileri bir araya topladık. Zaten kaçan canını kurtarmıştı. Kalanları ise sıraya dizip silahla vurarak hepsini öldürdük. 4 yaşındaki Kêvo adlı Ermeni çocuğun ortalıktan kaybolduğunu fark ettik. Yeni yürümeye başlamıştı. Tüm aramalarımıza rağmen bulamayınca birinin onu kendisiyle götürdüğüne karar verip aramadan vazgeçtik. Bir köşede dinlenmeye başladık. Ben de arada odun kesiyordum. Baltam vardı ve akşam karanlığı bastırıncaya kadar çalıştım. Ben çalışırken bir şeyin hızla arkamdan geçtiğini sezdim. Başlangıçta bunun bir tavuk olduğunu sandım. Ama sonra tavukların uzun zaman önce kümese gittiğini hatırladım. Sonra birden dönünce Kêvo’yu hızla ahıra koşar halde buldum. Ben de hemen ardından ahıra girdim. Balta halen elimdeydi. Yemliğin önünde durdum ve o ara göz göze geldik. Gözleri sarıydı. Bana bakarken gözleri parıldıyordu. ‘Nereye vurayım?’ diye sordum. Çocuk dedi ki, ‘Dayı buraya vur!’ Nereye vurulacağını iyi biliyordu. Ben de baltayı kafasının tam ortasına vurdum ve kafası iki parçaya ayrıldı.’ Bunu söyler söylemez Mele Evdilkerîm, yanında bulunan yastığı kaptığı gibi onun yüzüne vurdu ve yere düşürüp dövmeye başladı. Ağzını burnunu kanatıncaya kadar dövmeye devam etti Mele Evdilkerîm. O arada Mele Evdilkerîm’in dayısı Mele Xelîl araya girerek yeğenini ‘Ismanê Mûso’dan ayırdı. Ağzı burnu kan içindeydi ‘Ismanê Mûso’nun. Bunun üzerine kapıya doğru gitti ve bir ara dönerek, ‘Namussuz olmasaydım gelmezdim evine,’ dedi. Mele Evdilkerîm de, ‘Eğer namussuz olmasaydın, o çocuğa bunu reva görmezdin,’ dedi. ‘Ismanê Mûso da çekip gitti.”

Filed Under: Articles, Books, Genocide Tagged With: #armeniangenoce, ‘Kürt-hareketi-1915

Heroin, organized crime and the making of modern Turkey

January 28, 2015 By administrator

BY William Armstrong,

n_77563_1‘Heroin, Organized Crime, and the Making of Modern Turkey’ by Ryan Gingeras (Oxford University Press, 290 pages, £65)

On the morning of Nov. 4, 1996, Turkey woke up to news of a car crash near the small town of Susurluk, just south of Istanbul. The accident on a quiet country road seemed ordinary enough, but it was the four passengers inside the new model Mercedes – three dead and one seriously injured – who made national headlines. They included a former beauty pageant winner, an Istanbul police chief, a Kurdish member of parliament, and an ultra-nationalist contract killer who was on Interpol’s red list. The scandal lifted the lid on the murky alliance between the Turkish military, members of the ruling party, security officials, and organized crime, and commanded the news agenda for weeks.

But for many the exposure wasn’t so shocking. As described in this deeply researched new book by Ryan Gingeras, an associate professor at the Naval Postgraduate School in California, such shadowy links have a heritage going back to the late Ottoman era. Gingeras makes bold claims for the centrality of narcotics trafficking (particularly opium) and organized crime in the development of the Turkish state. “Like the role of oil in constructing such states as Saudi Arabia, Iran, or Azerbaijan,” he writes, “one cannot fully understand the modern Republic of Turkey without gauging the local, national, and transnational forces related to the flow of heroin in, through, and out of Asia Minor.” Although the book perhaps doesn’t live up to those ambitious claims, it does demonstrate that organized crime is a crucial – and generally under-examined – prism through which to consider Turkey’s state-building process from the late Ottoman era to the present day, “a testament to the steady integration of the Ottoman Empire and the Republic of Turkey into the global economy.”

Cultivated in Central Anatolia since the 19th century, opium, morphine and heroin became staple products critical to Anatolia’s economy, and ^710EB070D148F98660AD191A9609004904948D732FAFC4117E^pimgpsh_thumbnail_win_distrby the early years of the Turkish Republic the country ranked among the chief opium suppliers for the world narcotics market. Naturally, Ankara was reluctant to regulate production of its lucrative opium business, but international pressure eventually forced it to take steps in the early 1930s. Turkey was a key battleground in the U.S. Federal Bureau of Narcotics’ (FBN) struggle to enforce the international embargo on opium and other drugs – the heart of a web of smuggling routes emanating across the Mediterranean and the North Atlantic. Based on exhaustive study of FBN files, much of Gingeras’ book is taken up with the complex cat and mouse game as the bureau tried to combat the opium trade in Turkey.

After the Second World War, the FBN sought to establish a more fixed, engaged presence in the country. This took place within the emerging Cold War framework, and the author suggests that the degree to which Washington pursued the fight against organized crime at home and abroad was symptomatic of a broader pattern of Cold War thinking. The trade and production of narcotics was an element found in a variety of strategically important anti-Communist battlegrounds, and Istanbul was one of the most significant. Undercover FBN agent Sal Vizzini captured the popular image of Istanbul as a seedy Cold War outpost of skullduggery in his memoirs, describing it as “a city of unending intrigues, half-Asian and half-European, an ancient metropolis where corruption had been a way of life for a thousand years.”

Among the most interesting sections of the book center on Gingeras’ suggestion that the work of the FBN in Istanbul often blurred with that of the CIA. The accounts of a number of FBN operatives make clear that the FBN’s presence allowed for the execution of clandestine operations undertaken by the CIA. Narcotics agents, the author writes, were useful in providing a veneer of legitimacy for gathering intelligence:

The activities of the FBN, which included both pursuing criminals as well as defining the nature of the crimes and criminals involved, served to amplify the growing hegemonic influence and reach of the United States during the Cold War … Combating the drug trade in Turkey, in the words of Sal Vizzini, provided an essential ‘cover within a cover’ for both American and Turkish officers tasked with executing covert operations in the service of Western interests.

After Richard Nixon became president in 1969, combating heroin trafficking into the U.S. became the centerpiece of Washington’s foreign policy. Some claimed that 80 percent of heroin consumed in the U.S. was sourced from Turkey, and the Nixon administration demanded that Ankara crack down on opium production in Anatolia, offering financial aid as a way of speeding up the transition and softening the blow.

Turkey agreed to tighten measures in 1971, but the real story of the 1970s was the budding relationship forged between its National Intelligence Agency (MİT) and the criminal underworld. The country faced mounting instability throughout the decade, marked by politically-motivated street violence and internal and external threats that appeared to endanger the existence of the state. In this paranoid atmosphere, Gingeras writes, “the gangsters of the 1970s and beyond became the instrument of a robust and paranoid government apparatus committed to the preservation of the state at all costs.” Desperate times cemented relationships between outlaws and officers of the peace, and the lines between legitimate and illegitimate business operations were also blurred. But organized crime was not only the preserve of statist or right-wing groups. The outlawed Kurdistan Workers’ Party (PKK), for example, long relied on the heroin trade to finance its war against Ankara, largely mediated by a figure called Behçet Cantürk, who was one of the most notorious heroin traffickers of the 1970s.

The Susurluk scandal of 1996 offered a glimpse into Turkey’s tangled web of smugglers, politicians, policemen, thugs, spies, diplomats, and hitmen, but unfortunately that is where Gingeras’ study ends. Contemporary political-criminal connections in Turkey are certainly no small subject, and in an “advanced democracy” it would be the job of local journalists to uncover such shady business. But there are few with the courage, skill or inclination to pursue those links – to say nothing of the political feasibility for investigative journalism at the present moment. Perhaps in 20 years we can expect a book as detailed as this one on the subject.

Source: hurriyet daily news

January/29/2015

Filed Under: Articles, Books Tagged With: Heroin, modern-Turkey, organized-crime

Monthly History devotes a 50-page dossier on “Armenians XXᵉ the first genocide of the century”

January 23, 2015 By administrator

arton107318-260x364Monthly History (No. 408 dated February 2015) just spent a record 50 pages on the Armenian genocide on the occasion of the 100th anniversary of the Armenian Genocide. “There are a hundred years the government of the Young Turks committed the first genocide of the twentieth century decimated the Armenian community, yet well integrated into the Ottoman Empire. We understand better now the ideology that motivated managers and mechanics of the relentless massacre. Boris Adjemian, Taner Akcam, Annette Becker, Hamit Bozarslan Pierre Chuvin, Duclert Vincent, François Georgeon Raymond Kevorkian, Claire Mouradian, Mikaël Nichanian and Yves Ternon “written history. Available from all newsagents (6.40 euros).

Krikor Amirzayan

Filed Under: Articles, Books Tagged With: Armenian, book, Genocide, young-turk

Robert Mirak – Genocide Survivors, Community Builders: The Family of John and Artemis Mirak

January 23, 2015 By administrator

Armenian Cultural Foundation (ACF) Genocide Memories Release Date

The Armenian Weekly , 

community-acf-PHOTOARLINGTON, Mass. – Genocide Survivors, Community Builders: The Family of John and Artemis Mirak is the story of two Armenian orphans taken from their homes in the Ottoman Empire during the Armenian Genocide, and lives in New York, where they became a example of courage and success in their non-Armenian community and Armenian.

The family history was written by their eldest son, Dr. Robert Mirak, author of Torn Between Two Lands: Armenians in America, 1890 to World War I (Harvard University Press, 1983). At the center is Zaven Mirakian (now John Mirak), a tireless businessman, ambitious and talented, who started from nothing, builds an impressive and innovative automotive company Mirak Chevrolet and associates, for which he was recognized local and national level. He also enjoyed success in major real estate projects around Boston. It has even devoted his time and resources to a variety of charities since the city of Arlington in favor of Armenian community organizations, as well as hospitals and clinics worldwide. His wife, Artemis (née Aramian) not only helped her husband in his business, but while he was overseas during World War II, it has also raised their four children, encouraging them to pursue studies graduate and succeed.

This book is also a study in terms of acculturation, tracing the evolution of the family, his immigrant origins to the middle and upper class. It highlights the tensions of the second generation, caught between the cultures of the Old World to one side, and the New World on the other. It also shows how children and grandchildren of the founders maintained family service traditions, especially with the Armenian community in the United States and Armenia.

Published by the Armenian Cultural Foundation (ACF) in Arlington, this illustrated study is available at the headquarters of the ACF, 441 Mystic St., Arlington, and the National Association for Armenian Studies and Research (NAASR), 395 Concord Ave . Belmont (MA).

___________

Source: http://armenianweekly.com/2014/05/08/acf-releases-genocide-memoir/

Translation: © Georges Festa – 01.2015

Filed Under: Articles, Books, Genocide Tagged With: book, Genocide-Survivors

100 years after the ancient land journey “Historic Armenia” ANI, KARS, VAN & the 6 provinces

January 16, 2015 By administrator

By Maral Dink, 

gezi rehberiAmerica, Europe, the Middle East and Armenia Diyarbakır, Van, eastern provinces such as Kars trips organized individual and group travel, thus building a bridge between the past and the present and future. This is one of the long journey that perform second generation Armenian American Matthew Karani, the ‘Historic Armenia After 100 Years “(100 Years Later Date Armenia) has published a travel book.

100 years ago the world’s scattered throughout, without forgetting where they came with a history of bitter memory of where they go, for most Armenians entered into a new life building efforts while preserving their own culture, this land we live on, due to the many emotions. Some fear, curiosity for some, but perhaps not knowing the ending for four generations and the most restless longing …

In recent years, accompanied by all these feelings and listen to their family history, especially in Diyarbakır, Van, eastern provinces, such as the number of visitors has increased considerably in Kars. America, Europe, the Middle East and the individual trips and group trips organized by Armenia, thus building a bridge between the past and the present and future. This is one of the long journey that perform second generation Armenian American Matthew Karani, the ‘Historic Armenia After 100 Years “(100 Years Later Date Armenia) has published a travel book.

Yesterday and today

History of “Western Armenia” land of the 6 provinces of Van, Erzurum, Harput, Bitlis, Diyarbakir and Sivas; ‘Eastern Armenian Region’ Ani, Kars provinces, also Sason important centers Gürün, Cunkuş, Zara, Mus, Erzincan, from Egin, the author enriched he shot 125 photos and map book, a guide for those who want to travel to this region. Karani, the church, the monastery and told the history of the village; In 100 cases the previous year and the current razed a book that reveals the circumstances been, ‘Hidden Armenians’ has prepared a section called.

AuthorPhoto1_edited-2Since 1915, eliminating many of the cultural monument removed or used for other purposes that emphasizes the Karani, a journey of discovery that challenges the devastation promises. For those who can not return to their homeland, the old and the new way to book presents detailed been illustrated, this aspect is not just a travel guide, navigate from himself.

Among the reasons that make this trip special book, you can go to the area of ​​how to book, where you can visit, the proposal on how to assess your time day to day taking place. Karani, the first part of the journey to a page in the book will commemorate Hrant Dink said.

Those who want to get the book, the following addresses can learn.

‘East and a life devoted to Western Armenia

Matthew Karani who received legal training in California, lived and worked for many years in Armenia. Karani, who teaches law at American University in Yerevan that, since 2003, with a law student magazine ‘Armenian Law Review’ began to remove. US and Canada in various magazines, articles have been published that describe Armenia. Since 1995, the research, ‘the Eastern and Western Armenia was organized many trips. A previous study of the Karanian, after traveling again penned in English ‘in Armenia and Karabakh: The Stone Garden Travel Guide’ (Armenia and Karabakh: The Stone Garden Travel Guide) was the book.

 

You don't need to be a historian as a #Turk to recognize the #ArmenianGenocide, you just need a bit of conscience. pic.twitter.com/RnNn0olhcW

— Serkan Engin (@serkanengin) January 16, 2015

Filed Under: Articles, Books Tagged With: book, Historic Armenia

‘Davutoğlu, the AKP and the pursuit of regional order’

January 14, 2015 By administrator

William ARMSTRONG – william.armstrong@hdn.com.tr

foreign policy‘Turkey’s New Foreign Policy: Davutoğlu, the AKP and the Pursuit of Regional Order’ by Aaron Stein (Routledge, 105 pages, $42)

It’s just as well to state at the outset that this slim new volume on Turkey’s foreign policy in the Middle East immediately becomes the new standard bearer on the subject. In it, author Aaron Stein describes how Ankara’s regional policy over the last decade has undergone a dramatic shift, overseen by current Prime Minister Ahmet Davutoğlu, a former foreign minister and adviser to Recep Tayyip Erdoğan. Examining the worldview expressed in Davutoğlu’s much vaunted academic writings, and how this has (or has not) been applied since 2002, the book argues that Turkey’s support for change in the region in recent years is highly conditional. The government is convinced of its principled righteousness, but its policy is also based on calculations aimed at furthering a particular AKP-centered understanding of Turkey’s national interests. Although a longer text could have extended the range across a broader set of examples, Stein – an associate fellow at the Royal United Services Institute – makes a convincing case in little over 100 pages.

With a few exceptions, the Turkish Republic’s regional policy after its foundation as a separate state in 1923 was defined by its preference for non-intervention and neutrality in the areas that had formed part of the Ottoman Empire. This was based on the mantra of first president Mustafa Kemal Atatürk, “peace at home, peace in the world” – risk-aversion seemed to be the most logical foreign policy when nation-building at home was the priority. However, the AKP marked a sharp change of course after coming to power in 2002, with Davutoğlu adopting a proactive foreign policy aimed at expanding Turkey’s zone of influence in the Middle East. In his 2001 book “Strategic Depth” (which had its 100th print run last year), the former professor articulated a vision drawing on Turkey’s geography, economic power and imperial history to reconnect with its historical “hinterland” in the former Ottoman territories. For Davutoğlu, previous Turkish decision making was flawed because it was based on a shallow interpretation of Turkey’s geography and history. In contrast, he believes that post-Cold War Turkey has “a unique opportunity to expand its influence and create strategic depth” as a “center state.”

Among the prime minister’s acolytes, there is a sense that Turkey’s republican non-intervention in the region is essentially an oppressive Western imposition of the 20th century, coming after the Ottoman Empire’s dismemberment by the European powers. This interpretation of geopolitics “is based on an assumption that the spread of Western power into the Balkans, Central Asia and the Middle East is incongruent with Turkish national interests and must be reversed.” Stein suggests that Davutoğlu draws on pan-Islamism as a source of communal strength and political legitimacy, repeatedly referring to the concepts of “Tawhid” (the oneness of God) and “Tanzih” (the purity of God) in his writings. This is combined with inspiration from a number of almost-forgotten German geopolitical theorists from over a century ago, and the result is a fundamental rejection of the current world order. Davutoğlu believes that if Turkey establishes itself as a global power it will be able to “play a significant role in creating new global institutions that are more in keeping with the world’s different ‘civilisations’ or cultures.”

Nevertheless, the AKP’s foreign policy implementation from 2002-2011 proved to be highly pragmatic. Ankara formed alliances with a number of status quo-favoring autocrats, seeking to bolster its influence with neighboring regimes and boost economic ties by lifting visa restrictions and emphasizing common culture and history. As Stein writes, this much vaunted “zero problems with neighbors” strategy was based more on realpolitik than Davutoğlu’s concept of strategic depth, but it was “largely guided by [Ankara’s] expectation that, eventually, this status quo would be swept away as governments more representative of the masses came to power across the region.” The AKP therefore opted to focus on areas that would deepen its influence, maneuvering itself into a strong position as it anticipated the eventual demise of the Arab world’s political order.

However, when protests in its Arab neighbors broke out in late 2010, Turkey was taken by surprise. Its initial policies were as cautious as the rest of the world, and varied across different countries, but over time Ankara began to fully incorporate elements of Davutoğlu’s “strategic depth” in response to the rapid changes. After nearly a decade wedded to realpolitik, the AKP eventually came to feel that the Arab upheavals had provided the opportunity to create a new regional order with Turkey at the center. In Stein’s words, “This understanding of regional affairs was based on the belief that the era of European-inspired political and ethnic nationalism was a historical anachronism in the Middle East – destined to fail and be replaced with governments more representative of the ‘Muslim masses.’” For Davutoğlu, those governments that adopted Western constructs will be “replaced by more representative governments that embrace Tawhid as the source of their political legitimacy.”

In practice, this meant backing Muslim Brotherhood-affiliated parties across the Arab world. The second part of the book offers case studies of Ankara’s policy toward a number of key states before and after the Arab Spring – including Egypt, Syria, Libya and Tunisia – where the details differ greatly but the essential similarity has been Ankara’s support for the Brotherhood. In places where the opposition forces are not Sunni groups affiliated with the Brotherhood, Turkey has shown little interest.

The limits of this approach have since become apparent. Although Turkey could credibly present itself as a neutral actor in the region seeking to strike accommodations with varied political groups from 2002 to 2011, it has since been perceived as an outside actor pushing a particular agenda via the democratic process. In Stein’s account, “the AKP’s policy towards the Arab upheavals therefore cannot be described as an effort to promote democracy or to stand by the people against state oppression. Instead, it has been far more nuanced, based on assumptions made about a changing regional order and how the upending of the Arab world’s political status quo would benefit the AKP.” Erdoğan’s repeated waving of the four-fingered Rabia sign at electoral rallies may be sincerely felt, but it is also highly opportunistic.

The Turkish government has tied its foreign policy to the success of one particular political group, but putting all its eggs into the Brotherhood basket has ultimately limited its influence. Today, the trajectory of Middle Eastern politics places Ankara at odds with many of its neighbors. Turkey finds itself with little influence at a time when many of the region’s conflicts touch directly on its core interests – a situation spun memorably last year by Davutoğlu’s political advisor İbrahim Kalın as “precious isolation.” Stein writes that no major changes should be expected in the foreseeable future. Despite their regional marginalization, Turkish policymakers have doubled down and remain committed to their post-2011 foreign policy. The AKP believes that it is playing the long game and its “principled” foreign policy decisions will ultimately pay off once regional countries inevitably return to electoral politics and the pressure for political change begins anew. Time will tell.

January/15/2015

Filed Under: Articles, Books Tagged With: AKP, Davutoglu, regional order

AYF Australia Gets Robertson Book on Genocide into Libraries

December 23, 2014 By administrator

robertsonSYDNEY—The Armenian Youth Federation of Australia (AYF Australia) has announced it has succeeded in getting libraries around the country to purchase and display “An Inconvenient Genocide,” which is Geoffrey Robertson’s recently-released book on the Armenian Genocide.

Over the past month, AYF Australia worked closely with libraries in Sydney and Melbourne, writing letters and making phone calls, to ensure this book — which unequivocally proves the legal case of the Armenian Genocide — is available to be borrowed by community members, as well as students who study the Armenian Genocide as part of the New South Wales syllabus. AYF Australia advises the community to read the book and make the authorities of the country change their position on the Armenian Genocide. The Head of the Armenian National Committee of Australia, Vache Kahramanian, stated that the book will pave a great way to change the country authorities’ position on the Armenian Genocide.

Australia’s largest Armenian youth organization was pleased to announce that 13 local and university libraries have purchased the book.

Filed Under: Articles, Books, Genocide Tagged With: armenian genocide, Australia, book, geoffrey robertson, library

Turkey Atatürk in the Nazi imagination

December 18, 2014 By administrator

by William Armstrong – william.armstrong@hdn.com.tr

n_75743_1Atatürk in the Nazi Imagination’ by Stefan Ihrig (Harvard University Press, 311 pages, $30)

It isn’t easy to find much original to say about Nazi Germany, but this new title on the Nazis’ view of Turkey and Mustafa Kemal Atatürk has recently caused quite a stir. Harvard historian Stefan Ihrig’s deeply researched book explores the extraordinary, hitherto little-known hold that the Turkish war of liberation and the Kemalist nation-building project had on the minds of Nazi ideologues. Postwar Germany’ fixation with Turkey “bordered on the obsessive,” Ihrig writes, with events in Anatolia striking a chord with far-right newspapers and official propaganda, as well as among figures like Goebbels and Hitler. For many, events in Turkey were “a nationalist dream come true, or rather something like hypernationalist pornography.”

Military ties between the Ottoman and German empires went back to long before their ill-fated alliance in the First World War. The nationalist German “obsession,” however, really began with news of Turkey’s post-war resistance, which seemed to contrast so sharply with the Weimer Republic’s genuflection to the demands of the victorious Entente powers. Mustafa Kemal’s refusal to accept the division imposed by the post-WWI Treaty of Sevres fired the militaristic imagination of German nationalists, who felt humiliated by the uncontested Treaty of Versailles. As the official Nazi paper, the Völkischer Beobachter, put it in 1921, “Today the Turks are the most youthful nation. The German nation will one day have no other choice but to resort to Turkish methods as well.” When the success of the Turkish resistance was assured nazi imaginationtwo years later, weekly Heimatland observed that “The fate of Turkey shows extraordinarily many similarities to our own; through Turkey we can learn how we should have done it. If we want to be free, then we will have no choice but to follow the Turkish example in one way or another.” Ihrig describes the Turkish case as a revisionist-nationalist dream come true, “even a fetishized version of it, because it had been achieved by the sword, in the field, with major battles, and many epic twists.” Nationalist Germans asked themselves the question: If Sevres can be revised, why can’t Versailles?

One of the most important aspects of events in Turkey for the Nazis was the “völkisch purity” of the New Turkey and the “cleansing” of the new state of “parasitical” minorities. The obvious example was the population exchange of Greeks and Turks in 1923, but a darker case was, of course, the fate of the Ottoman Armenians in 1915-16. Exploring the echoes between the Armenians and the Jews is beyond the scope of Ihrig’s book, but he does comment on the similarities in the ideological “justifications” – both German and Turkish nationalists saw minority groups as “bloodsuckers” that had “stabbed the nation in the back.” Hitler himself often referred to the Armenians, in one article declaring the “wretched Armenian” to be “swine, corrupt, sordid, without conscience, like beggars, submissive, even doglike.” At the same time, the Kemalists contrasted the multiethnic, cosmopolitan Istanbul unfavorably with Ankara, the “pure” new capital in the Anatolian heartland; similarly, the Nazis contrasted the decadent Berlin with the völkisch Bavarian city Munich.

The Turkish experience also confirmed the “Führer” ideal for Nazi propagandists. The example of Atatürk and the Turkish Republic apparently showed that one nation united under a Führer offered a path to greatness. According to “Goebbels’ teacher” Freidrich Hussong, Atatürk offered “proof that history was made by great men. Neither ‘the masses’ nor democracy offered a way to greatness, only a Führer.” Hitler described the “Turkish Führer” as his “shining star” in the “dark 1920s,” and a bust of the Turkish leader was one of his most cherished possessions. Although Hitler’s own words on Atatürk were not plentiful, they were always admiring; in 1938 he even observed that “Atatürk was a teacher; Mussolini was his first and I his second student.”

Some pro-government voices have been getting very excited about Ihrig’s book, saying it proves the fascist tendencies in elements of the Turkish Republic’s founding ideology. That may not be entirely wrong, but it misses the point: The book is fundamentally about German perception, not Turkish reality. Ihrig repeatedly emphasizes that the Nazi vision of Atatürk and Kemalist Turkey was highly selective and unresponsive to actual developments in the country, with the Nazis simply accentuating whatever they wanted to see. Kemalism may well have contained elements that foreshadowed fascism, but the Nazi fascination with Atatürk and Turkey does not in itself prove that Kemalism was fascist. “It only illustrates,” Ihrig suggests, “how selective and predetermined the Nazi vision of Turkey was and … how ambiguous the Kemalist project still was, that it could ‘accommodate’ such perceptions.”

While a more casual reader may find the sheer meticulousness of Ihrig’s research heavy going, it is full of interesting details. Providing both a new perspective on Nazi Germany and shining fresh light on the early Turkish Republic, overall the book is a fascinating read.

Source: http://www.hup.harvard.edu/catalog.php?isbn=9780674368378

http://www.washingtontimes.com/news/2014/dec/30/book-review-ataturk-in-the-nazi-imagination/

Source: hurriyetdailynews.com

December/18/2014

Filed Under: Books, Genocide, News Tagged With: Armenian, ataturk, imagination, Nazi, Turkey

Video-Interview: Armenian Cinema book Overview with Prof. George Bournoutian

December 15, 2014 By administrator

Quick Overview

Armenian-Cinema-Overview-Book-500This book is the first English language study of Armenian cinema. It is divided into twelve chapters, followed by an appendix on animation.

Chapter 1 explores the birth of cinema in Armenia in 1899 with a screening in Yerevan and provides the setting for the following survey. Chapter 2 is dedicated to the founder of the Armenian cinema, Hamo Beknazaryan, whose work represents an entire era not only of Armenian but also in Soviet cinema, since his name stands alongside those of Eisenstein, Pudovkin, Dovzhenko, and other great filmmakers. Chapter 3 concerns other works created during the silent period in Armenia. Chapter 4 discusses the processes of Armenian cinema in the Stalin era, broadly covering the period from 1930 to 1959. New filmmakers appeared on the stage during those years. The role of the short film genre is mentioned, as well as films that were shelved by Soviet censorship. Chapter 5 analyzes the most significant films for the subsequent rise of Armenian cinema as well as musical films. Chapters 6 and 7 are devoted to prominent filmakers, Sergei Parajanov and Artavazd Peleshyan, subjecting their works to theoretical and morphological analyses.

Siranush GalstyanSiranush Galstyan

Professor Siranush Galstyan received her degree from the Yerevan State (the former Yerevan State Polytechnic Institute) in 1991. In 1999 she graduated from the School of History of Cinema, Theory and Film Criticism at the Yerevan State Institute of Theater and Cinema. In 2008, she completed her doctoral thesis “Metaphors, Symbols and Allegory in Armenian Cinema,” at the Institute of Arts in the Academy of Sciences of Armenia in Yerevan. Since 1995, she had been contributing critical and theoretical articles to various newspapers and magazines in Armenia. Some of her work has also been published abroad. Beginning in 1999, she has lectured on the History of Film at the Yerevan State Institute of Theater and Cinema and, since 2002, at the Yerevan State University. She has been a member of the FIRESCI since 2000 and the Union of Cinematographers of Armenia since 2007. She has also participated as FIPRESCI jury member at different film festivals.

Gagrule.net  encourage all viewers to to make every effort to help anyway they can to make this book publishing a reialaty any conterbution will help. to purchase the book visit:

www.mazdapublishers.com

Source: www.gagrule.net

Filed Under: Books, Interviews, News, Videos Tagged With: Armenian Cinema, book, overview

Taner Akcam’s new book devoted to the forceful Islamization of the Armenians

December 9, 2014 By administrator

December 9, 2014

Islamization-of-ArmenianTurkish intellectual Taner Akcam, who has recognized the Armenian Genocide, has released a book entitled “forceful Islamization of the Armenian”. Silence Denial and Assimilation”. As armenPress reports, the book is available at all bookstores in Turkey.

“I referred to the Ottoman Turkish archives and tried to present the history of the forceful islamization of the Armenian,” Akcam mentioned. according to Him, the book shows that the forceful Islamization was not a result of Islamic fanaticism, but the result of the policy on forcefully gathering and assimilating children and forcing young girls to marry. “These weren’t the direct actions, but one of the elements required for perpetration of the Armenian Genocide,”the Turkish historian emphasized.

Filed Under: Books, News Tagged With: Armenians, book, Islamization, Taner Akçam

  • « Previous Page
  • 1
  • …
  • 13
  • 14
  • 15
  • 16
  • 17
  • …
  • 20
  • Next Page »

Support Gagrule.net

Subscribe Free News & Update

Search

GagruleLive with Harut Sassounian

Can activist run a Government?

Wally Sarkeesian Interview Onnik Dinkjian and son

https://youtu.be/BiI8_TJzHEM

Khachic Moradian

https://youtu.be/-NkIYpCAIII
https://youtu.be/9_Xi7FA3tGQ
https://youtu.be/Arg8gAhcIb0
https://youtu.be/zzh-WpjGltY





gagrulenet Twitter-Timeline

Tweets by @gagrulenet

Archives

Books

Recent Posts

  • Pashinyan Government Pays U.S. Public Relations Firm To Attack the Armenian Apostolic Church
  • Breaking News: Armenian Former Defense Minister Arshak Karapetyan Pashinyan is agent
  • November 9: The Black Day of Armenia — How Artsakh Was Signed Away
  • @MorenoOcampo1, former Chief Prosecutor of the International Criminal Court, issued a Call to Action for Armenians worldwide.
  • Medieval Software. Modern Hardware. Our Politics Is Stuck in the Past.

Recent Comments

  • Baron Kisheranotz on Pashinyan’s Betrayal Dressed as Peace
  • Baron Kisheranotz on Trusting Turks or Azerbaijanis is itself a betrayal of the Armenian nation.
  • Stepan on A Nation in Peril: Anything Armenian pashinyan Dismantling
  • Stepan on Draft Letter to Armenian Legal Scholars / Armenian Bar Association
  • administrator on Turkish Agent Pashinyan will not attend the meeting of the CIS Council of Heads of State

Copyright © 2025 · News Pro Theme on Genesis Framework · WordPress · Log in